

Sosyal medyada sıklıkla bilim insanlarına, kanaat önderlerine, siyasilere ve hatta önemli tarihi figürlere ait olduÄŸu iddiasıyla çeÅŸitli ifadeler gündeme getiriliyor. DoÄŸruluÄŸu araÅŸtırılmadan yapılan bu paylaşımlar bireylerin bilinçli ya da bilinçsiz dezenformasyon zincirine dahil olmalarına neden olabiliyor.
ARKA PLAN VE İDDİALAR
Sosyal medyada Sultan Vahdeddin'in 1923'de El Ahram Gazetesi'ne "Türkler dini, soyu, sopu, yurdu belirsiz karmakarışık bir cahiller sürüsüdür" yorumunda bulunduÄŸu iddiası öne sürüldü. Paylaşımda herhangi bir resmi belge, kaynak ya da açıklamaya rastlanmazken, iddianın yüzlerce kullanıcı tarafından tekrar paylaşıldığı görüldü.
İddianın daha önce de farklı kullanıcılar tarafından gündeme getirildiÄŸi tespit edildi.
TARAFLAR NE DİYOR?
Sosyal medya kullanıcıları iddiayla ilgili yorumlarda bulundu.
BULGULAR
AA Teyit Hattı Sultan Vahdeddin'e atfedilen iddia cümlesini açık kaynaklardan araÅŸtırdı. Daha önce gündeme getirilen iddia paylaşımlarının bir tanesinde Sultan Vahdeddin'e isnad edilen cümlenin kaynağının Gazeteci yazar Murat Bardakçı olduÄŸu dikkati çekiyor.
Bardakçı, 16 Mayıs 2016 tarihinde Habertürk'te yazdığı adlı köÅŸe yazısında, söz konusu iddianın doÄŸru olmadığını, El Ahram'ın 16 Nisan 1923'teki nüshasında Sultan Vahdeddin ile alâkalı bir yazı çıktığını, ama bunun Sultan'nın Mekke'de yayınlamış olduÄŸu bildirinin bir kısmı olduÄŸunu ve bu yazıda da öyle iddia edilen ibarelerin geçmediÄŸini ayrıca, bildirinin konusunun da bambaÅŸka olduÄŸundan bahsetmektedir.
Bir diÄŸer paylaşımda Sultan Vahdeddin'in iddia cümlesinin yer aldığı beyannamenin fotoÄŸrafına yer verildiÄŸi öne sürülmüÅŸ.
Bu belge incelendiÄŸinde ise söz konusu ifadelerin yer almadığı tespit edildi.
Metnin ;
Fransa Cumhuriyeti Fransa Konsolosluğu Ticari ve Siyasi İşler Dairesi Cidde
Asya N.56
Sâbık Sultan’ın bildirisi
(²Ñ´¡±á¸é·¡²Ñ¶Ùݸé)
Cidde 12 Mart 1923
"Bu bildiri, İstanbul Hükûmeti'nin İtilâf Devletleri'ne karşı hareketlerinde serbest olmadığı, bu nedenle bütün tasarruflarının hükümsüz bulunduÄŸu ÅŸeklinde Ankara Hükûmeti'nce ileri sürülen tezi desteklemek için kullanılabilir, bu nedenle yayınlanmaması uygundur." Poincaré (Fransa BaÅŸbakanının el yazısı ile) Fransa BaÅŸkonsolosluÄŸundan Ekselans Mösyö R. Poincarééye İcra Vekilleri Heyeti BaÅŸkanı ve Hariciye Vekili Muhammed Vahideddin tarafından İslâm âlemine hitaben kaleme alınan ve yayınlanması ÅŸimdilik geciken beyannamenin tercümesini Ekselansınıza sunmakla ÅŸeref kesbederim. İslâm âleminde kullanılan bütün dillerde kaleme alınan bu bildiri, gerçekte kuru ve karmaşık bir savunma, aynı zamanda Kemalistleri ve özellikle Mustafa Kemaléi hedef alan bir ithamnamedir. Hiçbir yeni deÄŸerlendirme unsurunu getirmediÄŸi gibi, İstanbuléun BolÅŸeviklere teslimi için muvafakatini koparmak üzere Sâbık Sultan nezdinde yapıldığı iddia olunan teÅŸebbüs dışında, hiçbir yeni ayrıntıyı da içermemektedir. Vahideddin kaçışını Peygamber'in bir öÄŸretisine uygun olarak yaptığını ifade etmekle beraber, kendini korumak ve hayatını, kanun ve adalet tanımayan kimselerin ellerinde muhakkak bir tehlikeye maruz bırakmak istemediÄŸini de itiraf etmektedir. Henüz kimse tarafından bilinmeyen bu beyannamenin Arapça bir nüshasını Yüzbaşı Depui, Cidde'nin tanınmış ayânından birinin yakın ilgi ve yardımıyla elde etmiÅŸtir. Bunun bir kopyasını çıkarttım. Yine aynı ÅŸahıs tarafından saÄŸlanan bilgilerden, bu bildirinin yazarı deÄŸilse de ilhamkârı olan Hicaz kralının, bugünkü ortam içinde Mustafa Kemal Hükümetini hoÅŸnut etmeyecek böyle bir belgenin Mekke’den çıkarılıp dağıtılması hususunda tereddüt ettiÄŸini, zira adı geçen kralın son zamanlarda Yeni Türkiye'den, Arap ülkelerinin tam bağımsızlığını tanıdığı ve kendisini de bu ülkelerin en büyük önderi addettiÄŸi konusunda güvence aldığını, öÄŸrenmiÅŸ bulunuyoruz.
İmza: Léon Krajewski
Ek olarak, El Ahram Gazetesi'nin Kahire’de 16 Nisan 1923'de yayınlanan ve 14024 sayılı nüshasında yayımlanan Sultan Vahdeddin'in ,
Sâkıt Sultan Vahideddin'in İslam Alemine Beyannamesi
Åževketlü Sultan Muhammed Vahideddin Efendimiz Hazretlerinin Beyanname-i Hümayunlarıdır
Bismillahirrahmanirrahim
Bidayet-i iÅŸtialinde (tutuÅŸmasının baÅŸlangıcında) devletimizin iÅŸtirakine katiyyen rıza göstermediÄŸim ve bütün müddet-i devamınca elimde bulunan bilcümle vesaitle tahribat ve mazarratını tahdide çalıştığım harb-i umuminin avakıb-ı vahimesi (korkutucu sonuçları) tamamıyla kendini göstermeye baÅŸladığı bir zamanda biraderimin vefat-ı müessifi vukua gelerek Kanun-u Esasî-i Osmanî'nin bahÅŸettiÄŸi hakka istinaden ve Ehl-i hâl ve akd'in (baÄŸlayıp çözenlerin, yani devlet ileri gelenlerinin) bîat-ı umûmiyesi ile (genel onayıyla) makam-ı hilâfet ve saltanata câlis olmuÅŸtum (tahta çıkmıştım). O günler göz önüne getirilirse, makam-ı hükümdarîyi kabul eylediÄŸim zaman beni karşılayan müÅŸkilâtın derece-i ehemmiyet ve azameti takdir olunur. Bilâhare cephelerimizin birbirini müteakip sukut etmesiyle sabit olduÄŸu üzere hiçbir ümid-i galebeye makrun (yaklaÅŸmış) olmayan harb-i hâilin temadisi (korkunç savaşın sürüp gitmesi) ve usul-ü meÅŸrutiyeti ilan ve tatbik ettirmek nikâbı (örtüsü) altında 324-1908’den beri re’s-i idâremize yerleÅŸmiÅŸ bulunan İttihat ve Terakki erkânından müfrit ve müteneffiz (aşırı ve ileri gelen) kısmının harpten bil-istifade dahil-i memlekette revac verdiÄŸi yaÄŸma, ihtikâr ve anlaşılmayan maksatlarla bir bir ika'ettikleri gûnagûn (renk renk = türlü türlü) yangınlar sebebiyle payitahttan müntehay-ı hududa (sınırın sonuna) kadar memleketin her noktasında milletin varlığı erimekle ve üsare-i hayatiyyesi hevlengiz (cansuyu korkunç) bir surette heder olup gitmekte idi. Bu fecâi karşısında tevcih-i mesâi edilecek hedef ve gaye bittabi sulh ve müsalemetin (barışıklığın) iadesinden baÅŸka bir ÅŸey olamazdı. Bu maksadın temini için de hiçbir terahitevciz edilmemiÅŸ (gecikmeye izin verilmemiÅŸ) ve mümkün olan her çareye tevessül olunmuÅŸtur. Fakat, harbin devamından müteneffi olmakla (yararlanmakla) beraber, memleketimizde daima daire-i hukuk ve selâhiyetini tecavüze alışmış olan o zamanın hükûmeti ile yine o hükûmeti-i mütehakkimenin (diktatör yönetimin) etrafında tesis eylediÄŸi ÅŸebeke-i ihanet, mesâimin semeredâr olmasına hail (engel) olarak münferiden müzakerat-ı sulhiyyeye giriÅŸmekle elde edilecek menâfi (çıkarlar) ve ÅŸerait-i müsaideye (uygun koÅŸullara) ve muhterem milletin hun-u mazlumunu (günahsız kanını) bilâsebep heder olmaktan vikâyeye imkân-ı vusul (korumayı saÄŸlama olanağı) bırakmadı ve harp bütün dehÅŸet-i tahripkâranesiyle meÅŸ'um (Mondros) mütarekenamesini imlâ mecburiyeti hasıl oluncaya kadar devam eyledi. Bu mütarekenin akdine memur murahhasların, elyevm Ankara'daki heyet-i vekile reisi Rauf Beyin taht-ı riyasetinde ve o zaman memleketin en mühim kuvve-i askeriyesinin de ÅŸimdiki Ankara meclisi reisi Mustafa Kemal'in kumandası altında bulunduÄŸu herkesin hatır-niÅŸanıdır.
AsayiÅŸ meselesi vesile ittihaz olunarak lüzum görülen herhangi bir mahallin iÅŸgali hak ve selâhiyetini düvel-i itilâfiyyeye bahÅŸeden madde-i mahsusasıyla Adana, Musul, Antalya, İstanbul, İzmir iÅŸgalleri gibi sonraki bütün felâketIerin menÅŸe ve masdarı (kaynak ve dayanağı) bulunan mezkûr mütarekenamenin akd ü imzası maÄŸlubiyet ve mecburiyet ilcasıyla (zorlamasıyla) vuku bulmuÅŸ olduÄŸu halde bilâhare İzmir iÅŸgali dolayısıyla beni ithama cüret edenlerin nokta-i nazarına göre, mezkûr iÅŸgallere istinatgâh olan Mondros Mütarekenamesini akde bilfiil iÅŸtirak eden Rauf, Fethi ve vaziyet-i askeriyyesi ile devlet-i böyle bir mecburiyet-i elimeye düÅŸürmekte cidden zi-medhal (katkısı) bulunan Mustafa Kemal gibi bugünkü rüesayı aliyyenin (yüce baÅŸların) mes'ul ve müttehem olması lâzım gelir. Zira gerek bu mütarekenin imzasında ve gerek ondan sonraki bütün mesailde (sorunlarda) Kanun-i Esasî mucibince mes'uliyetten müstesna (sorumsuz) olan makam-ı hükümdarî için hükûmet-i mes'ulenin maruzatını tasdik lüzumu gibi gayr-i kabil-i itiraz bir sebep bulunduÄŸu halde, ne kendi imlâ ve imza ettiÄŸi mütarekenin tatbiki demek olan felaketlere karşı bilâhare muhalefette önayak olmak küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli baÅŸlı kuvâ-yı mevcudesinin kısm-ı küllîsini esir vererek zilletle (Toros) eteklerine iltica etmesi yüzünden mütareke akdini gayr-i kabil-i ictinab (kaçınılmaz) bir hale getiren Mustafa Kemal için ÅŸayan-ı kabul hiçbir mazeret mevcut deÄŸildir. İşte taht-ı Osmanîye cülûsumdan sonra ilk mühim hatve-i siyasiyyeyi (siyasal adımı) teÅŸkil eyleyen mütarekeye kadar cereyan eden hadisat karşısında benim vaziyetim budur.
Mütarekeden sonra ittihaz ettiÄŸim meslek ise geri alınması mümkün olmayacak bir hatve atmaktan ihtiraz ile beraber bir taraftan dahilde makul ve mutedil ıslahat ve icraata germî (sıcaklık = hız) vermek, bir taraftan da hariçte teÅŸebbüsat-ı siyasiyyeye devam eylemek suretiyle aleyhimizdeki gayz-ı umumiyyenin (genel kızgınlığın) bertaraf olunacağı müsait zamanlara intizar edebilmek (bekleyebilmek) için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir iÅŸgali hadisesinin karşısında ittihaz ve takip ettiÄŸim meslek ve gaye de bundan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icra olunacağı bildirilen bu iÅŸgal, düvel-i selâse-i muazzamanın kat’i ve nagehanî (üç büyük devletin kesin ve âni) kararına istinad etmekte olduÄŸu gibi vak’anın bize tebliÄŸi de doÄŸrudan doÄŸruya düvel-i selâse-i müÅŸarünileyha (anılan) tarafından vuku bulduÄŸu cihetle düvel-i muazzama meselesi ÅŸeklinde tecelli etmiÅŸ idi. Hadisenin Yunan meselesi haline tahavvülü Yunanistan'daki vaziyet-i siyasiyyenin tebeddülü ile düvel-i muazzama-i müÅŸarünileyhanın ittifakına haleldârî olduktan (girdikten) sonra husule geldi. Ondan evvel bu mesele, büyük ve galip devletlerce müttefikan ittihaz olunmuÅŸ bir karar-ı kat’inin tebliÄŸi mahiyetinde bulunduÄŸu cihetle hakkımızdaki gayz-i umumiyyenin zevaline intizaren teÅŸebbüsat-ı siyasiyye ile iktifa mesleÄŸini tercih ettirmekte olduÄŸu gibi, iÅŸgalin muvakkat mahiyeti haiz olması da meslek-i mezkûru müeyyed (anılan yolu doÄŸrular) görünüyordu. Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra harpte maÄŸlup olmamak ÅŸartıyla mukavemete ben de taraftar idim ve nitekim bu his ile kuva-yı milliyyeye mütemayil bir takım kabineleri de mevki-i iktidara getirdim. Åžu kadar var ki, o devrelerde Mustafa Kemal devlet-i metbuasına (tâbi olduÄŸu devlete) itaat dairesinden huruc etmiÅŸ (çıkmış = baÅŸkaldırmış) ve Anadolu’da birçok aksakallı müftilere varıncaya kadar asıp kesmek gibi mezalimiyle vazife-i milliyye hududunu tecavüz ederek milletin başına tahammül olunmaz bir belâ kesilmiÅŸ idi.
Tıpkı İzmir hadisesi gibi, "Sevr" muahedesine ait teklif-i düvelî de Yunanistan'da vaziyeti siyasiyyenin tebeddülünden ve devletlerin aleyhimizdeki ittifak-ı ÅŸedidine haleldârî olmadan mukaddem olarak (önce), hiçbir noktasında tadil teklifine müsaade edilmeyerek yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya reddine mütedair tazyikat ve tehdidatı ihtiva ettiÄŸi cihetle, gayet nazik ve tehlikeli bir ÅŸekilde vuku bulmuÅŸ idi. Bununla beraber ben "Sevr" muahedesini kesb-i katiyyet etmiÅŸ addolunacak surette tasdik etmedim. Meselenin kat'iyet kesbetmesi, Meclis-i Meb'usanın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf (baÄŸlı) olduÄŸunu ve hak ve adaletle te’lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle bir muahedenin devam ve tekerrür edemeyeceÄŸini (yerleÅŸemeyeceÄŸini) bildiÄŸimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne kadar vakit kazanmak tarikinde (yolunda) devam ile, muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.
Mondros mütarekesi, İzmir hadisesi, "Sevr" muahedesi gibi müstesna bir nokta-i nazarla telâkki ettiÄŸim vekâyiden sonra gelen mesailde, daima icabat-ı meÅŸrutiyete tevfik-i hareket eyledim (meÅŸrutiyet gereklerine uygun davrandım) ve bu sebeple, muhtelif kabinelerin muhtelif ve belki mütehalif (çeliÅŸen) içtihatlarına riayet ettim. Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen ve bilâhare devlet-i metbuasını tanımadığı cihetle tenkili (bastırılması) için kuvve-yi askeriyye sevkine lüzum gösteren kabinelere mümaÅŸaatımda (uymamda) hükûmet-i mes'ule ile makam-ı hükümdarînin münasebet-i mütekabilesine (karşılıklı iliÅŸkisine) ait icabat-ı meÅŸrutiyetten ayrılmamak arzusu ve bazı esbab-ı zaruriyye-i siyasiyye âmil olmuÅŸtur. Bundan maada gerek kabine tebeddülâtında, gerek icraat-ı sairede nâzım-ı harekâtım, efkâr-ı hissiyar-ı ÅŸahsiyyemden ziyade daima efkâr-ı umumiyye veyahut gayr-i kabil-i mukavemet diÄŸer müessirat olmuÅŸtur. Bunun en bariz delili; son Tevfik PaÅŸa kabinesini, sırf aleyhinde efkâr-ı umumiyye tezahüratı meÅŸhut olmadığı (gözlemlenmediÄŸi) için, ÅŸahsım ve makamım hakkında su-i niyetleri zâhir olan (görünen) Kemalcilerin, İstanbul'da tesis-i nüfuz etmelerine müsait bulunmasına raÄŸmen, iki seneyi mütecaviz mevki-i iktidarda tutmaklığımda görülebilir.
Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliÄŸin izalesi emrinde bu gibi fedakârlıklardan geri durmamakla beraber, hilafetin saltanattan tefriki veya tahtın İstanbul'dan Anadolu'ya nakli hakkındaki karar ve tasavvurlarına muvafakat eylemek elimden gelmemiÅŸtir. Bunlardan birincisi, ulema-yı İslamın malumu olduÄŸu vechile ÅŸer'-i ÅŸerife (kutsal ÅŸeriate) katiyyen mugayir (aykırı) ve müekkilim bulunan Fahr ül-Mürselin efendimiz hazretlerinin hukukundan feragati mutazammın olmakla (içermekle) benim için selâhiyet ve imkân haricinde bir ÅŸey olduÄŸu gibi, İstanbulun manen Ruslara teslimi ile BolÅŸeviklere cemile ibrazı (yararma) mahiyetinde bulunan ikinci tasavvurları da, hilâfeti İstanbul gibi siyasî ve tarihî bir istinatgâhtan mahrum eylemek demek olduÄŸu cihetle katiyyen gayr-i kabil-i kabul idi. Bu gibi müfrit ve mecnunane arzularını tebaiyyet etmediÄŸim (uymadığım) için bana hıyanet-i vataniyye izafe ve isnat edenlerle birlikte, her akıl ve iz'an sahibinin bilmesi lazım gelir ki dünyanın en büyük cah ü mansıbı (orunu) olan hilâfet ve saltanat makamını fiilen ve bi'l-irs ve'listihkak (babadan kalarak ve lâyığı olarak) haiz bir hükümdarı, hıyanet-i vataniyye gibi bir cürm-ü ÅŸenîe (kötü suça) sevk edecek hiçbir emel ve ihtiras mevcut deÄŸildir. Ben o makamların ve simâ-i hilâfet makamının ÅŸeref ve haysiyetini muhafaza için muvakkaten tahtımdan, vatanımdan ve huzur ve rahatımdan cüda (ayrı) düÅŸmeyi bile göze aldırdım. Bu müfarekatim (ayrılığım) bilhassa harb-i umumîden sonra kendi ef'alinin (edimlerinin) hesabını vermek mevkiinde bulunanlara karşı ef'alimin hesabını vermekten korkmak kabilinden olmayıp, belki hiçbir kanuna tâbi olmayan insanlar elinde müdafaa ve hakk-ı kelâmdan memnu bir halde hayatımı göz göre tehlikeye teslim etmek gibi emr-i ilahînin ve akl-ı selimin kabul etmeyeceÄŸi bir ÅŸeyden ictinab eylemek (kaçınmak) ve hem de "Elfiraru mimma la-yutak min sünenil mürselîn" [dayanma takatını aÅŸandan kaçmak, peygamberlerin sünnetindendir.] fehva-yı ÅŸerifi (kutsal kavramı) üzere müekkil-î zi-ÅŸanımın (vekili olduÄŸum ÅŸanlı zatın) hicret-i nebeviyyelerine ait olan sünnet-i seniyyeye itba'etmekten (uymaktan) ibarettir.
Müdafaa-i vatan gibi müstahsen gayelerle hiç münasebeti olmadığı halde Ankara meclisinin ittihaz ettiÄŸi mukarrerat-ı âhire (aldığı son kararlar) üzerine, muarızlarımla aramızda tahaddüs eden (ortaya çıkan) ve memleketimiz için hasıl olan vaziyel-i ahireyi telhis ederek (özetleyerek) derim ki:
Ceddim Osman Gazi'den Selim-i Evvel'e kadar Devlet-i Osmaniyye namıyla Türk Saltanatı var idi, Selim-i Evvel'den sonra ise bu saltanat hilâfetin inzimamıyla (eklenmesiyle) Saltanat-ı Muhammediyye haline geçmiÅŸti.
Åžimdi bana bi-gayr-ı hakkın ihanet-i vataniyye isnat edenler, hilâfeti hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tatil ederek bu Saltanat-ı Muhammediyye'yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına deÄŸil, bütün âlem-i İslâma ihanet etmiÅŸlerdir. Ben, devleti tehlikeden vikaye için, bilhassa harb-i umumîye iÅŸtirakimizdeki ifratların acısını tattıktan sonra, siyaset-i hariciyyede muarrızlarımın tâbiri vechile korkarak, yani itidal ve ihtiyat ile hareket ettim; daha doÄŸrusu, vakit kazanmak için, icab eder ise kendimi feda etmeye karar verdim. Bu mutedil ve ihtiyatlı meslek karşısında, muarızlarımın müfrit ve herçibâd- abâd mesleÄŸi (aşırı ve her ÅŸeyi göze alır yolu) müntec-i isabet ve muvaffakiyet olur (doÄŸruluk ve baÅŸarıyla sonuçlanır) ise, ÅŸahsen ben kaybedecektim, fakat devlet kazanacaktı; halbuki onlar devlete Saltanat-ı İslamiyyesini kaybettirdiler.
EÄŸer benim bir hatam var ise, din ve devletin bu derece tahrib ve tagbirine (yıkılmasına ve gücendirilmesine) (bazı müstesna ÅŸahsiyetlerden maada) bütün vükelâ ve ulemâ ve ukalâ ve ricâl-i memleket tarafından ses çıkarılmayacağına ve bazı hasis menfaatler mukabilinde gizli ve aÅŸikâr suretlerle yardım edileceÄŸine ihtimal vermemekliÄŸimdedir. Ben, devletin hayat ve mematıyla herkesten ziyade alâkadar olan münevveran-ı milletimin, vazife-i vataniyye ve vicdaniyyelerini bu derece suiistimal etmeyecekleri hakkındaki hüsn-i zannıma ait olan hatamı itiraf ediyorum.
Netice-i kelâm olarak ÅŸurasını beyan ederim ki, hilâfet meselesinin halli, dini, kavmiyeti, vatanı meÅŸkuk ve mahlût (kuÅŸkulu ve karışık), askerîden ve sünuf-u saireden (diÄŸer sınıflardan) mürekkep bir ÅŸirzime-i kalile (küçük bir azınlık) ile, kısmen mükreh ve mücber (korkutulmuÅŸ ve zorlanmış) ve kısmen ahvalin ledünniyatından (iç yüzünden) bî-haber olarak mugfel halinde (kandırılmış) bulunan beÅŸ altı milyonluk masum Türk kavminin selâhiyeti dahilinde olmayıp, bu; üçyüz milyonluk âlem-i İslâmın tamamına taallûk edecek bir mesele-i azimedir. Binaenaleyh ÅŸimdi ben, hilâfet hakkında Ankara’da ve İstanbul’da verilen fuzulî ve cebrî hükmü kat'iyyen kabul etmeyerek ve hakkımda reva görülen müfteriyatı (iftiraları), isnad edenlere kemal-i nefretle red ve iade ederek, memleketin ve bilâ-tefrik-i cins ve mezheb bütün ahalinin saadet ve refahından baÅŸka bir emeli olmayan, ve adl ü itidalin hâkim olmasını isteyen müsterih bir kalp ve vicdan ve hak ve hakikatin maÄŸlûp edilemeyeceÄŸine dair kavi bir iman ile sevgili vatanıma avdet edinceye kadar hak-i ıtr-nâkinin ezelden müÅŸtakı (güzel kokulu toprağının öteden beri özleyeni) olduÄŸum haremeyn-i ÅŸerifeynde ve ÅŸimdilik civar beytüllahta imrar-ı evkat ediyorum (vakit geçiriyorum).
Beni "beldetüllah"a isal eden ÅŸu macereti mucib ül-mefharet (övünülesi) ile, hilafetin saltanattan tecridi teklifine karşı sebat ve mücahedem, nasibe-i hestîmi ve dehr-i ahiretimi teÅŸkil edecektir.
Misafir olduÄŸum bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin hükümdar-ı âlî-tebarı (yüce soylu) ile ahali-i necîbesi (temiz soylu halkı) taraflarından gerek benim hakkımda ve gerek vatan-cüda diÄŸer hemÅŸehrilerim hakkında gösterilen âsâr-ı mihman-nevaziyi (konukseverlikleri) ÅŸükür ve mahmidetle (övgüyle) yad ettiÄŸim gibi, haiz oldukları asalet-i mümtaza ve mutahharaya muvafık (seçkin ve temiz soyluluÄŸa uygun) bir suretle hareket eden müÅŸarünileyh cehâlet ül-mülk hazretleriyle aile-i muhteremeleri erkânının teâli-i ÅŸan ü ÅŸereflerini ve bu sayede bülâd-ı mukaddese-i Arabiyyenin ve sekene-i necibesinin tarihe ziynet veren mazileriyle lâyık oldukları inkiÅŸaf-ı mes’uda mazhar olmalarını da cidden temenni ederim.
İstanbul'dan müfarekatimden sonra bu ilk beyanımdır.
Vesselamu ala men itteba'l-Hüda
[Allaha uyanlara (doÄŸru yoldan gidenlere) selâm olsun.]
Muhammed Vahideddin bin es-Sultan
Abdülmecid Han